Giving is the best communication: Bağış en iyi iletişimdir
Geçenlerde bir sosyal medya paylaşım sitesinde izlediğim etkileyici bir videoyu siz okuyucularla paylaşmak istiyorum. Video yukarıdaki İngilizce cümleyle bitiyordu. Uzak doğuyu çağrıştıran bir coğrafyanın kenar mahallesinde çekildiği izlenimi veren, etkileyici bir senaryonun işlendiği ve oyuncuların başarılı oynadığı yaklaşık 3 dakikalık bir çekim olmuş. Konusu hasta bir annenin tahminen 8-9 yaşlarında bir erkek çocuğunun annesi için eczaneden ağrı kesici ilaç çalmasıyla başlar. Eczanenin sahibesi olan kadın çocuğu suçüstü yakalar, azarlar. Neden böyle bir şey yaptığını sorar. Çocuk da utanarak ve ezilerek annesinin hasta olduğunu bu yüzden ilaçları çaldığını itiraf eder. Sonrasında eczane sahibesi ilaçları çocuktan almak üzereyken yakınlarda bulunan bir lokantanın sahibi, pırlanta yürekli bir adam olaya müdahale eder ve çocukla iletişim kurar, durumun ciddiyetini hisseder. İlaçların parasını ödedikten sonra bir kap çorbayı da ilaçların yanına ekler. Çocuk o iyi kalpli adamla göz göze gelir, bakışlarıyla teşekkür ettikten sonra hızla oradan uzaklaşır. Aradan yıllar (30 yıl) geçer. Adam yoksullara yardım etmeye devam etmektedir. Bir gün lokantada çalışırken beyin sarsıntısı geçirir ve yere yığılır. Kafa travması nedeniyle hastaneye kaldırılır. Ameliyata alınır ve tedavisi tamamlanır. Kızı hastanenin çıkardığı faturayı görünce ne yapacağını şaşırır, kara kara düşünmeye başlar ve çok üzülür. Çaresizce lokantayı acil satılığa çıkarır. Kız bir gün babasının başucunda ümitsizce ağladığı bir sırada yatağın kenarında bir kağıt fark eder. Kağıdı okumaya başladığında şaşkınlığını gizleyemez. Çünkü kağıtta aynen şöyle yazılıdır: ‘Bütün masraflarınız otuz yıl önce 3 kutu ağrı kesici ilaç ve bir kap çorba ile ödendi.’ Kız olayı anlamaya ve geçmişi hatırlamaya başlar. Babasının ameliyatını yapan ve tedavi eden doktorun, ilaçları çalan o mahcup, küçük çocuk olduğunu fark eder.
Doğrusunu söylemek gerekirse ben bu kısa ama konusu dokunaklı hikâyeyi izleyince duygulandım, gözlerim doldu ve gözyaşlarıma hâkim olamadım. Dünyada hâla böyle insanlar (o lokanta sahibi adam gibi) var mı diye düşündüm ve sordum. Sonra kendim yanıtladım. Elbette var!!! Böyle insanlar olmasaydı dünyanın hâli ne olurdu acaba.
Bir zamanlar yazılarını yazmak üzere okyanus sahiline giden aydın bir adam varmış. Çalışmaya başlamadan önce sahilde bir yürüyüş yaparmış. Bir gün sahilde yürürken plaja doğru baktığında dans eder gibi hareketler yapan bir insan görüntüsü görmüş. Başlayan güne dans eden biri olabileceğini düşünerek gülümsemiş ve ona yetişebilmek için adımlarını hızlandırmış. Yaklaştıkça bunun bir genç adam olduğunu ve dans etmediğini görmüş. Bir kaç adım koşuyor, yerden bir şey alıyor ve yumuşak bir hareketle okyanusa fırlatıyormuş. Biraz daha yaklaşınca seslenmiş:
‘’Günaydın. Ne yapıyorsun böyle?’’
Genç adam durmuş, başını kaldırmış ve cevap vermiş:
‘’Okyanusa Denizyıldızı atıyorum.’’
“Sanırım şöyle sormalıydım demiş Bilge adam… Neden okyanusa denizyıldızı atıyorsun ?”
“Güneş çoktan yükseldi ve sular çekiliyor. Eğer onları suya atmazsam ölecekler.”
“Ama delikanlı görmüyor musun ki kilometrelerce sahil var ve baştan aşağı denizyıldızıyla dolu. Hiçbir şey fark etmez’’.Genç adam kibarca dinlemiş, eğilerek yerden bir denizyıldızı daha almış ve dalgalanan denize doğru fırlatmış.‘’Bunun için fark etti’’. Bu cevap bilgeyi şaşırtmış ne söyleyeceğini bilememiş. Geriye dönmüş, yazısının başına geçmek üzere kulübesine gitmiş. Gün boyunca bir şeyler yazmaya çalışırken genç adamın görüntüsü gözünün önünden gitmemiş. Aklından çıkarmaya çalışmış, bir türlü olmamış. Nihayet akşama doğru fark etmiş ki, bu gencin davranışının özünü kavrayamamış. Çünkü bu gencin asıl yaptığının; evrende bir gözlemci olmayı ve olup biteni gözlemeyi değil, evrende bir oyuncu olmayı ve fark yaratmayı seçmek olduğunu anlamış ve utanmış. O gece sıkıntı içinde yatmış. Sabah olduğunda bir şey yapması gerektiğini bilerek uyanmış. Yataktan kalkmış, giyinmiş, sahile inmiş ve o genci bulmuş. Ve bütün sabahı onunla okyanusa denizyıldızı atarak geçirmiş Tabi bu kıssadan herkesin alacağı bir hisse vardır. Ama ben şöyle yorumluyorum. Bir canlıya (insan evladına) yapacağınız ‘’en küçük bir yardım’’ bile onun hayatında çok şeyi değiştirebilir.
Tabi bağış deyince birçok bağış kategorisi akla gelir. Örneğin kan bağışı, organ bağışı, kitap bağışı, gıda bağışı, kullanılmamış veya az kullanılmış kıyafet bağışı gibi. İhtiyaç sahiplerine yapılan parasal yardımlar (zekat, fitre vs.), öğrencilere verilen burslar filan bunların hepsi bir çeşit bağıştır ve önemli işlevleri vardır. Toplumsal yararları tartışılmaz. Bu tür yardımlaşma faaliyetleri insanları birbirlerin yaklaştırır, sınıfsal farklardan doğacak kin ve nefret duygularını bertaraf eder, varsılın ve yoksulun empati yapmasını sağlar. Bağışlama insanların birlik beraberlik içinde yaşamasının önemli şartlarından biridir bence. Bireyler arasındaki iletişim kanallarının canlı kalması, bu ‘’yardımlaşma ve ihtiyacı olana karşılık beklemeksizin bir şeyler verebilme duygusu’’nun cereyan etmesine bağlıdır. Genellikle bağış konusu deprem, savaş, kitlesel ölüm gibi olağanüstü durumlarda üst düzeye çıkar. Bu çok erdemli bir duygu-durumdur. Fakat daha da önemli olan, bu duygu-durumun olağan şartlarda da devam etmesi ve kalıcı olması değil midir? İşte o zaman bireyler birbirlerinin dertleriyle daha çok ilgilenir ve toplumsal barış ve huzur güçlenir. Kin ve nefret duyguları, çekememezlik, kıskançlık vb. şeytani dürtüler körelir, insani duygular galebe çalar.